Uğur Dündar, "Türkiye, eğer Atatürk'ün yoluna sırtını dönmemiş olsaydı Enes, mutlu bir genç olarak yaşayacak, o ve akranları gelecek korkusuna kapılmayacaklardı" dedi.
UĞUR DÜNDAR'IN YAZISI ŞÖYLE:
Hayatını öğrencisini yaşatmaya adayan öğretmen…
Türkiye, Enes Kara'ya ağlıyor.
Aile büyüklerinden beklediği anlayışı görememenin yanı sıra, tarikat yurdunda yaşadığı baskılara ve geleceğine yönelik umutsuzluğa yenik düşerek, henüz 20 yaşında bu dünyadan göçüp giden Enes'in trajik ölümü, eğitimin ve eğitimcilerin çocuklarımızın hayatlarındaki rolünü bir kez daha gözler önüne serdi.
Dünkü SÖZCÜ'nün manşetinde vurguladığı gibi Türkiye, eğer Atatürk'ün yoluna sırtını dönmemiş olsaydı Enes, mutlu bir genç olarak yaşayacak, o ve akranları gelecek korkusuna kapılmayacaklardı.
Bugün sizlere, bir öğretmenin öğrencisi için neler yapabileceğini, hatta onu karamsarlığın ölümcül pençesinden nasıl kurtarabileceğini gösteren, çok çarpıcı bir olayı anlatacağım.
“30'lu yaşlardayım. Okulun ilk günü, tören bitti. Öğretmen ve öğrenciler, gürültü patırtı, itiş kakış arasında ve heyecan içinde okula giriyor. Okul kalabalık. 2000 mevcudumuz var.
Bir ara merdivende bir boşluk oluşuyor, yol açılıyor ve herkes kenara çekiliyor. O boşluktan bir genç kız hızla aşağıya iniyor. Merdivendekiler dönüp dönüp ona bakınca ben de dikkat kesiliyor ve şoke oluyorum. Sarışın, alımlı bir kız. Renkli gözlü ama çok acayip, çok… Yüzü çok geniş, tıpkı aslana benziyor. Gözleri birbirinden ayrık… Burnu sadece iki delikten ibaret. Hepimizi nefretle süzerek yanımızdan hızla geçiyor. Donup kalıyoruz. Bu ne? Nasıl bir şey? Fısıldaşmalar arasında arkadaşlara onun kim olduğunu soruyorum. “ Evet böyle bir öğrenci var, ama fazla bir şey bilmiyoruz” diyorlar.
Ertesi gün derse girince onu görüyorum. Sıraya kapanmış ağlıyor. Diğerlerinde çıt yok. Sadece bakıyorlar. Lise 1 ve 50 kişilik sınıf. “Günaydın” diyorum, herkes yerine oturuyor. Çocuklara bakıyorum, “Bilmiyoruz” gibisinden işaretler yapıyorlar. Kız ağlıyor, bağıra çağıra hıçkırıyor. Yanına gidip yavaşça saçını okşuyorum: “Ne oldu canım? Neden ağlıyorsun?” Ses yok, cevap yok. “Bir yerin mi acıyor?” ses yok. “Birisi bir şey mi dedi?..” Birden doğruluyor “Bakın, bana iyi bakın” diyor. Kolumu tutup silkeler gibi yaparak “Bakın ne kadar çirkinim, değil mi? Çirkin değil, korkunç. Hayvan gibiyim. Öyle değil mi hocam?..” diye soruyor.
İki elini avuçlarımın arasına alıp “Dur bakalım. Ne oluyor sana? Bunlar nasıl sözler? Çok ayıp.” diyorum.